Bugünkü makalemde, Alak suresinin 1. ayeti, Âl-i İmran suresinin 7. ayeti, Ankebût suresinin 20. ayeti ve Tâ-Hâ suresinin 114. ayeti arasındaki mana ve maksat ilişkilerine dayanarak ortaya koyduğum bir hipotezi anlatacağım. Bu hipoteze göre, bu dört ayetin anlam ve maksat bakımından birbirleriyle olan ilişkileri incelendiğinde ortaya çıkan sonuç, Kur’an’daki diğer ayetlerin anlaşılmasına da kılavuzluk etmektedir. Kadim Arap âlimleri ve onların taklitçisi olan Müslümanların savad-ı a‘zamı, bu ilişkileri göremedikleri için, fark etmeleri gereken hakikati kavrayamamışlardır. Bu nedenle, Allah’tan başka kimseye muhtaç olmadan yaşaması gereken İslam âlemi, bugün gayrimüslimlere muhtaç hâle gelmiş ve Bakara suresinin ifadesiyle “rezil” bir duruma düşmüştür. Bu hipotezimi delilleriyle birlikte görüşünüze sunacağım. Kimseye bir direktif vermek niyetinde değilim; ancak bu yazıyla, belki de uyumakta olan bazı zihinleri silkeleyip uyandırabilirsem, görevimi yerine getirmiş olacağıma inanıyorum.
1. Alak Suresi – 1. Ayet
اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
Transkripsiyon:
İkra’ bismi rabbika ellezî halak
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.”
Bu ayet, insanlara Allah’ın varlığını, birliğini (Rab → tekil), yaratıcı olduğunu bildirir ve rabbinin adını anarak, yarattıklarını okumalarını emreder.
2. Âl-i İmrân Suresi – 7. Ayet
هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ ۖ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ ۗ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ ۗ وَالرَرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا ۗ وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ
Transkripsiyon:
“Hüve’l-lezî enzele ‘aleyke’l-kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummu’l-kitâbi ve uharu muteşâbihât. Fe emmâ’l-lezîne fî kulûbihim zayğun fe-yettebi‘ûne mâ teşâbehe minhu’btiğâe’l-fitneti ve’btiğâe te’vîlih. Ve mâ ya‘lemu te’vîlehû illâllâh. Ve’r-râsihûne fi’l-‘ilmi yekûlûne âmennâ bihî kullun min ‘indi rabbinâ. Ve mâ yezzekkeru illâ ûlü’l-elbâb”.
“O, sana Kitab'ı indirendir. Onun (Kur'an'ın) bazı ayetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır" derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar”
Bu ayet, insanlara Kur’an’da muhkem ve müteşabih ayetlerin bulunduğunu haber verir; fakat hangilerinin muhkem, hangilerinin müteşabih olduğunu belirtmez. Arap ülemasından İbn Kesir (1301-1373) yazdığı "Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm" adlı eserinde Muhkem ayetleri, “anlamları açık, belirli ve te’vile ihtiyaç duymayan; helal, haram, ahkâm gibi dini hüküm ve prensipleri ortaya koyan ayetler” olarak; Müteşabih ayetleri ise, “anlamları kapalı, pek çok manaya gelebilecek, ilahi hikmetinin mahiyetini insan aklının tam olarak kavrayamayacağı ayetler” şeklinde açıklamıştır.
Arap ülemasından bir diğeri olan Zemahşeri (1075 -1144) ise yazmış olduğu “El-Keşşaf “ adlı Kur’an tefsirinde: Muhkem ayetleri: “Nassında tereddüt olmayan, lafzında ve manasında açıklık taşıyan ayetler”; Müteşabih ayetleri ise : “Bir yönde değil, birkaç yönde anlaşılabilir olan, hakiki manasında olup olmadığını belirlemede zorlandığımız ayetler”olarak tanımlamıştır.
Fakat onların bu anlayışı yanlıştır. Daha da kötüsü Bizim ilahiyatçılarımız da onların bu yanlışını kabullenmiş olmalarıdır. Hal bu ki Al-i İmran Suresinin 7. Ayetini de hatırlayarak Ankebut suresinin 20. Ayetini okuyunca, hangi ayetlerin muhkem, hangilerinin müteşabih olduğu kesinlikle anlaşılmaktadır. Okuyalım:
3. Ankebût Suresi – 20. Ayet
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ۚ ثُمَّ اللَّهُ يُنْشِئُ النَّشْأَةَ الْآخِرَةَ ۚ إِنَّ اللَّهَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Transkripsiyon:
Kul sîrû fi’l-ardi fenzurû keyfe bede’e’l-halka. Summe’llâhu yünşi’u’n-neş’ete’l-âhırah.
İnne’llâhe ‘alâ kulli şey’in kadîr.
“De ki: ‘Yeryüzünde dolaşın da Allah'ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın”. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı da yapacaktır. (Kıyametten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır) Şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter."
Değerli okurlarım,
Âl-i İmran suresinin 7. ayetinde Allah, fitne çıkarmak ve müteşabih ayetlere olmadık anlamlar yüklemek için onların ardına düşenleri “kalplerinde eğrilik olanlar” diyerek kınamıştır. Bu dikkate alındığında, Ankebût suresinin 20. ayetinde Allah’ın insanlara “Yeryüzünü dolaşın da yaratmaya ilkin nasıl başlandığına bakın” emrini vermesi, bu ayetin muhkem olduğunu gösterir. Bu muhkem ayet, bizden yeryüzünde dolaşırken gözlemleyebildiğimiz göklerdeki ve yerdeki varlıkların ilk yaratılışını sorgulamamızı açıkça emretmektedir.
Alak suresinin 1. ayetinde geçen “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emri ile Câsiye suresinin 3. ayetindeki “Şüphesiz göklerde ve yerde müminler için ayetler vardır” ifadesi arasında güçlü bir anlam bağı vardır. Yine, Câsiye suresinin 13. ayetinde, “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ayetler vardır” buyurularak, bu ayetlerin bir nimet olduğu da bildirilmiştir.
Yunus suresinin 101. ayetinde ise, “De ki: ‘Göklerde ve yerde neler var, bir baksanıza.’ Fakat ayetler ve uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz” denilerek bu ayetlerin önemine bir uyarı daha yapılmıştır.
Allah, bu uyarılarına aldırış etmeyenleri Yusuf suresinin 105. ayetinde “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, yanlarından geçerler de yüz çevirirler” diyerek kınamış ve hatta Yunus suresinin 102. ayetinde, 101. ayetin devamı olarak, göklerdeki ve yerdeki ayetlere ilgi duymayanlara şöyle demiştir:
“Onlar sadece, kendilerinden önce gelip geçenlerin başlarına gelen (azap dolu) günlerin benzerini mi bekliyorlar! De ki: 'Bekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!.”
Bu ifadeyle, göklerdeki ve yerdeki ayetleri umursamayan eski toplumlara gelen belaların, bugün de benzer şekilde ilgisiz kalanların başına geleceği uyarısı yapılmıştır.
Bunları yazmakla aralarındaki ilişkilerini ortaya koyduğum bu ayetlerin tümü bize açıkça şu emri vermektedir:
“Göklerdeki ve yerdeki ayetleri, onları yaratan Rabbinin adıyla oku.”
Kur’an, bu mesajı insanlara daha nasıl söylesin?
Bu tespitten sonra, kadim Arap ülemasının hangi noktalarda yanıldığını da açıklamalıyım. Onlar iki önemli konuda yanlış düşünmüşlerdir:1. Müteşabih ayetler, onların zannettiği gibi çok anlamlı, çok yönlü ve farklı şekillerde yorumlanabilecek ayetler değildir. Bu ayetler, anlamını sadece Allah’ın bildiği ve yorumlaması insanlara yasaklanmış olan ayetlerdir.
2. Göklerdeki ve yerdeki ayetler, onların sandığı gibi Allah’ın varlığına ve birliğine delil olarak gösterilmiş ayetler değildir. Dikkat edilirse, Câsiye suresinin 3. ayetinde Allah, göklerde ve yerde ayetler bulunduğunu müminlere haber vermiştir. Oysa müminler zaten Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmiş kişilerdir; onlara delil gerekmez.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku” emrini veren Allah, insanlara okuyacakları ayetlerin göklerde ve yerde olduğunu haber vermiştir. Bu gerçeği idrak edemeyen Müslümanların savâd-ı a‘zamı, bu ayetleri okuyup ilim sahibi olacakları yerde, onları sadece Allah’ın varlığına ve birliğine delalet eden işaretler sanmış; böylece postlarında oturup cahil Müslümanlar olarak yaşamaya devam etmişlerdir.
İşin daha da vahim tarafı: Müslümanların cahil kalmış savâd-ı a‘zamı, müteşabih ayetlerin yorumlanmasının yasaklandığını anlayamamış oldukları için, kendi anlayışlarına göre bu ayetlerin çeşitli anlamlarından ne gibi dersler çıkarabileceklerini tartışarak vakit geçirmişlerdir. Onlar bu yolla İslam’dan irtidad ettiklerinin (çıktıklarının) farkına bile varamamış olduklarından, kendilerini “Ehli İslam” ve daha sonra da “Ehli Sünnet vel Cemaat Müslümanı” olarak görmeye ve buna da samimiyetle inanmaya devam etmişlerdir.Bununla beraber her ne sebeple olursa olsun kendilerinden farklı düşünen küçük grupların tamamını, “i‘tizal edenler” (ayrılanlar) diyerek, “Mu‘tezile” adını verdikleri ve batıl saydıkları bir mezhebe dâhil etmişlerdir.
Mutezile Trajedisi
Kur’an’da, büyük günah (mürtekib-i kebîre) işleyen kimselerin âhirette nereye gideceklerine karar verme yetkisini veya görevini insanlara veren bir ayet yoktur. Buna rağmen, Basra’daki bir camide ders halkası oluşturan Hasan Basrî (647–728), bu konuda savâd-ı a‘zamın görüşünü aktarmaya hazırlanırken, halkada bulunan Vâsıl bin Atâ söz alarak, kendi görüşüne göre büyük günah işleyenlerin ne mü’min ne de kâfir sayılacağını; onların “el-Menzile beyne’l-menzileteyn”, yani “iki makam arasında bir yerde” bulunacaklarını söylemiştir. Bunun üzerine Hasan Basrî, “Vâsıl bizden itizal etti (ayrıldı)” demiştir. Aynı halkada bulunan Amr bin Ubeyd de Vâsıl’ın görüşüne katılmıştır.
Böylece, savâd-ı a‘zamın meşru kabul ettiği naklî bilgi aktarımı yönteminden ayrılarak, Vâsıl bin Atâ’nın aklını kullanarak ortaya koyduğu, bid‘at niteliğindeki gayrimeşru bilgi aktarımı, "aklî bilgi aktarımı" olarak adlandırılmış; bu yöntemi benimseyenler de Mu‘tezile mezhebi içinde değerlendirilmiştir.
Cahiliye devri Araplarının böyle bir yaklaşımı doğal sayılabilir. Zira İslam’dan önceki kültürleri tamamen naklî bilgi aktarımına dayanıyordu. Kur’an ayetlerinin Hz. Muhammed’e vahyedilmeye başlamasıyla bu durum değişmedi; çünkü Hz. Peygamber de kendisine naklen vahyedilen ayetleri sahabesine yine naklen aktarmıştır. Hatta, Peygamberimize bu ayetleri uydurduğu iddiasıyla yöneltilen ithamlar karşısında, onun cevabı yine vahyin naklî mahiyetini savunmak şeklinde olmuştur. Bu sebeple, Vâsıl bin Atâ’nın kendi aklına dayanarak İslam’a dair görüş üretmesi gayrimeşru sayılmış ve kendisi Mu‘tezilî ilan edilmiştir.
Vâsıl bin Atâ’nın ihdas ettiği bu görüş, Basra’da ortaya çıktığı ve Basralıların ona hak verdiği için, bu anlayış İslam literatüründe “Mu‘tezilenin Basra ekolü” olarak anılmıştır.
Olayı dikkatle analiz edersek, Basra’daki bir camide oturup “mürtekib-i kebîre işleyenlerin âhirette nereye gideceğini” tartışan herkes, Âl-i İmran suresinin 7. ayetinde Allah’ın yorumlamayı yasakladığı müteşabih ayetlerle ilgili bir konuda yorum yaparak fitne çıkarmış ve bu suretle, farkında olmadan İslam’dan irtidad etmiş kimselerdir. Ne var ki, bu kişiler yine de samimiyetle Müslüman olduklarına inanmaya devam etmişlerdir.
Bağdat Mu‘tezilleri
Bağdat Mu‘tezillerinin tartıştığı konu ise “Kur’an ezelî midir, mahlûk mudur?” meselesidir. Aslında bu tartışma Emevîler döneminde başlamış, ancak Abbâsîler zamanında —özellikle Halife Me’mun döneminde— hız kazanmıştır. Kur’an’da, bu konuda yani Kur’an’ın ezelî mi mahlûk mu olduğu hakkında görüş beyan etmeyi insanlara emreden herhangi bir ayet yoktur.
İşin ironik tarafı şudur: Kur’an’daki Maide suresinin 3. ayetinde Allah, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, Nimetimi tamamladım. Din olarak İslam’ı beğenmenize razı oldum” buyurmaktadır. Bu ayet, İslam’ın o gün itibariyle tamamlandığını bildirmekte ve dolayısıyla İslamın kitabı olan Kur’an’ın da tamamlanmış bir metin olduğunu açıkça göstermektedir. Buna rağmen, Müslümanların savâd-ı a‘zamı Kur’an’ın ezelî olduğunu savunmuş; mahlûk olduğunu söyleyenleri ise Mu‘tezilî ilan ederek sapkın saymıştır.
Devam edecek